Türk Sineması'nın Mücizesi, 7. Koğuştaki Mucize.




Bizi hayata bağlayan duygu sevgidir. Gerçek Sevgi .   

!Spoiler yok!

     Bu yazıyı yazmaya başlamadan önce hangi film hakkında yazı yazmalıyım diye çok düşündüm. Aklımda hali hazırda birçok film vardı ve okullara ara verildiğinden önümde izlemek istediğim filmler de var. Yani beni etkileyip yazı yazmama neden olduracak filmler izleyebilirdim.

     Dün gece yatmadan 7. Koğuştaki Mucize’yi izledim. Hem ülke çapında çok duyulmuş olması hem de dünya çapında ses getirmiş olmasından dolayı, ki bizi ulusal kısmı ilgilendiriyor, bu film üzerine yazı yazmalıyım diye düşündüm. Evet, yazı kendi Blog’uma da gelecek ama en nihayetinden bu yazıyı kendi okul ödevim olduğundan yazıyorum ve bu yazıyı bir hocam değerlendirecek. İzlenme olasılığı daha yüksek bir film seçsem daha iyi olur diye düşündüm.

     Ayrıca, bu film beni bir hayli etkiledi ve Türk Sineması’na olan inancımı tekrardan alevlendirdi. Türk Sineması maddi ve manevi birçok zorlukla karşı karşıya iken, ortaya bu denli dünya çapında bir eser çıkarmış olmalı beni bir hayli etkiledi. Sonuç olarak, 7. Koğuştaki Mucize hakkındaki fikirlerimi yazıya aktarmamam için hiçbir nedenim yok.

     Filmi izlemeden önceki düşüncelerim; giderek aşağılanan ve kültürel değerlerin yok edildiği Türk Sineması’nın ekseninde dönüp duruyordu. Kendi kendime, iyi ellere sahiplendirilmemiş potansiyelli bir oyuncu kadrosunun sinema sektörünün kara deliğinde ne denli hayata kalabileceği yönünde sorular sordum. Bu sorulara cevabım filmi izlemeden önce kendi adıma belliydi. Filmi bitirdikten sonraki düşüncelerim, filme başlamadan önceki fikirlerim ile aynı mıydı ? Gelin bu sorunun cevabını aşağıda hep beraber netleştirelim.

     Bu filmi izlememiş birisi için bu yazıda anlatacaklarım etkileyici olmayabilir. Bu benim yeterli yazı gücüne sahip olmadığım anlamına da gelebilir, yönetmenin ve senaristin vurucu sinematik gücünün bir etkisi de olabilir. Ancak kesin olan bir şey var ki, 7. Koğuştaki Mucize çok yoğun bir sinematik güce sahip. Her yönüyle.

     Hikaye, filmimizde tahmin edilebilir bir yapıda değil. Hikaye yapısı çok hareketli ve dram dalında boy gösteren diğer filmler için bu tahmin edilemez hikaye filmi bir adım öne taşıyor. Elbette her film ve tür için tahmin edilemez bir senaryo önemlidir ama dram türü direk hikaye merkezinde gelişir.

     Senarist, Kubilay Tat. Daha önce Ejder Kapanı adlı filmin de senaristliğini yapmış. Senarist hakkında biraz araştırma yaptım ama başka çalıştığı bir film veya dizi bulamadım. Bir önceki filmi hakkında bir fikrim yok. Bu benim cahilliğimdir büyük ihtimalle ama Kubilay Tat ile böyle bir eserde buluşmak kendi adıma sevindirici. Neden mi sevindirici ?

     Çünkü dram türünün içermesi gereken her bir sanatsal değeri taşıyor. İstisnasız. Ben profesyonel bir film yorumcusu tabiî ki de değilim. Ama sonuç olarak yıllardır film izliyorum ve dram türü bana hiç bu kadar yakın gelmemişti. Kendi ülkemizin askeri rejim tarafından sıkı yönetim uygulandığı bir dönemi hiçbir alegoriye başvurmadan çarpıcı bir şekilde gözler önüne seren bir senaryo, insanların duygularını sömürmeyi değil de duygularını canlandırmayı hedefleyen olaylar bütünü ve mükemmel bir hikaye anlatımı. Sadece bunlar bile filmin ortalama üstü bir senaryoya sahip olmasının nedenleri.
    
     Hiçbir insan bir film ile hayatını değiştirmez. Anıları aklına gelir, üzülür, sevinir, hayal kurar ama yeni bir hayat inşa etmez. Filmdeki bazı sahnelerde çok açık bir şekilde karakter gelişimini anlayabiliyoruz. Ana karakterinden en yan karakterine kadar. Tüm bunlar yetmemiş gibi bu hayat hikayelerini kendi ahlak ve akıl süzgecimizden de geçirebiliyoruz. Zihinsel engelli bir insanın hatalarını bilen ama onlarla yüzleşmek istemeyen insanlara ders vermesi, izleyen birçok insana kendi hayatları hakkında birkaç soru sormasına neden olmuştur. Film bunu tek bir hareketle, tek bir sahneyle bize gösteriyor. Ama aslında tüm filme yayılmış o kadar derin bir metin var ki karşımızda, filmin her bir saniyesi bize verilmek istenen mesajları alıyoruz. Günümüz sinemasında iki buçuk saatlik filmler yapıp bizi aynı film dinamikleri içerisine sokan yapıtları izliyorken, 7. Koğuştaki Mucize bana ilaç gibi geldi.

     Bana göre bir filmin güzel olup olmaması birden fazla unsura bağlıdır. Ama bazı filmler bittikten sonra izleyici ‘’Acaba bundan sonra neler oldu ? İzlemek, duymak, hissetmek isterdim. Keşke gerçek hayatta onlara sahip olabilseydim’’ der. Şahsen ben diyorum. İşte bana bunları dedirtebilen film benin için belli çizgilerin üstündedir. Evet, film öyle yıllardır süre gelen kalıpları kıran, sinema için yeni kurallar belirleyen bir film değil. Ama vermek istedikleri ve verdikleri gereği bana çok dokundu. Duyduğum kadarı ile filmde ağlayanlar ağlayana. Duygusal vuruculuğu çok yüksek bir film olması gereği bunu yaptırabiliyor. Ama bu filmdeki vuruculuğa sahip türlü türlü filmler elbette ki var. Ama kendi kültürümüz çerçevesinde gelişen bir film olmasından dolayı belki de bize daha fazla dokunmuştur. Yazının başında bizi ulusal kısmı ilgilendiriyor dememin nedeni de buydu.

     Klaus adlı bir animasyon dizisinde şöyle bir replik geçiyordu: ‘’Yapılan iyilik, bir başka iyiliği doğurur.’’

     7. Koğuştaki Mucize’yi izledikten sonra bunun gerçek hayatta ne kadar karşılığı olan bir söz olduğunu tekrardan anlamış oldum. Sevgi temalı ve aile bağlarını işleyen bir filmde verilmek istenen mesaj ne kadar da güzel değil mi ? Sevmek, iyilik yapmak, önemsemek, değer vermek … Tüm bu değerler günümüzde yitip gitmişken, aslında izleyicinin kendine sorması gereken sorulardan biri de budur. ‘’ Biz gerçekten seviyor muyuz ? ’’ Film bana bunu sordurdu. Umarım herkese de sordurmuştur.
     
     Hikaye yönünden bu kadar güçlü bir filmin sinematik yönden de güçlü olmamasını kabul edemezdim. Neyse ki beklendiğimin çok üstünde bir sinematik deneyim yaşadım. Film bittikten sonra bu filmi sinemada izlememiş olmanın derin üzgünlüğü ile filmin sinematografisini bir kez daha övdüm. Bir kez daha, daha da, daha da… Sonra da uyumuşum işte.

     Kamera açıları, sahne geçişleri, sahne odaklamaları, renk paleti, siyah beyaz dengesi … Bu filmde sinematografi adına her türlü içeriği bulabilirsiniz. Filmin müthiş albümü ile birleşen sahneler, bize çok vurucu hikaye anlatımı ile aktarılıyor. Daha ne isteriz ki ? Benim için açıkçası şu noktada daha önemli pek bir şey kalmadı. Tek bir nokta hariç. Oyunculuklar.

     Filmin figüranından baş rolüne kadar bu karakterlere hayat veren oyuncuları alkışlamak istiyorum. Lütfen siz de alkışlayın. Filmdeki her bir karakteri anlayabiliyorsak, dertlerine ortak olabiliyorsak bunun en büyük sebebi oyunculardır. Aras Bulut İynemli, Nisa Sofiya Aksungur,  Deniz Baysal, İlker Aksum…  Adını yazmadığım diğer tüm oyuncular ve arka plandaki onların yardımcıları. Müthiş bir iş çıkarmışsınız. Kendi adıma bolca alkış ve tebrik sizlerin olsun.

     Oyunculuk demişken, bu film için ne olursa olsun Aras Bulut İynemli ve Nisa Sofiya Aksungur’a ayrı bir parantez açılması gerekir. Tüm hikaye, tüm o övdüğüm şeyler. Hepsini bir kenara atın. Bu iki oyuncunun karakterlerin karşılıklı etkileşimini, duygu aktarımlarını, yaşantılarını aktarış biçimi çok iyi. Çok çok iyi. Rol yapmak, sahne canlandırmak bir kenara; bize tüm film boyunca verilmek istenen ana duygu, unsur, mesaj … Her ne derseniz diyin, o şeyin adı ‘’Sevgi’’. Ve ben tüm içtenliğim ile söyleyebilirim ki, Memo ve Ova’nın karşıklı sevgilerini izlemekten mutlu oldum. Sevgi kavramını bu denli iyi aktaran oyuncuların Türk Sineması’nda bulunması beni sevindiriyor.

     Duymak istediğiniz şey yanıldım demem ise, evet yanılmışım. Filmden önce Türk Sineması’na olan kızgınlığım halen var. Bu tek bir filme değişecek bir şey değil. Türk Sineması’nın düzgün yerlere gelmesi için en az 7. Koğuştaki Mucize kadar birçok filme ihtiyacımız var. Ama hem yönetmen Mehmet Ada Öztekin, hem de Kubilay Tat özelinde, aslında tüm ekibe, bir teşekkürü ve özrü borç biliyorum. Filmden önce umarım bu oyuncu kadrosu emin ellerdedir derken bu kadar emin ellerde olmasını beklemiyordum. Bu tamamen benin cahilliğim ve önyargılarım sonucu oluşmuş bir durum. Siz siz olun, bir filme kesinlikle ön yargılarınız ile başlamayın.

    Senaryosundan, müziklerine; sinematografisinden, oyuncuklarına çok olgun ve ne yapmak istediğini bilen bir film ile karşı karşıyayız. Evet, eksikleri var. Normal şartlarda filmi puanlayıp tüm eksiklerini yazıya dökmem gerekiyordu ama bu yazının bir film incelemesi gibi olmasını istemedim. Bu hayattaki en temel iki duygudan biri olan sevginin bu kadar iyi işlendiği bir eserin kendi ülkemin sinemacılarının elinden çıkmasının verdiği keyif ile farklı bir yazı yazmak istedim. Tekrardan dillendireyim, kusursuz bir film değil, tarihi bir film de değil. Ama son yıllarda izlediğim en iyi Türk filmi. Ayrıca bunun Türk Sineması’nın vasatlığından kaynaklanan bir durum olmadığından da eminim. İnanın bana.

     Sonuç olarak ben umduğumdan da fazlasını buldum. Bu yazıyı sonuna kadar okuyup da gidip izleyecek okurlar için beklentilerini çok yükseklere çıkarmak istemem, şayet bunu yaparsam filme haksızlık yapmış olurum. Ben, şuana kadar yazdıklarım için söylemeliyim ki, filmin bende uyandırdığı düşünceleri sizlere aktardım. Filmi abartma gibi bir durum söz konusu bile değil. Filmi izleyecekseniz eğer buna göre izleyin. Hiç bu yazıyı okumamış gibi izleyin. Sonra da gelip bir daha yazıyı okuyun. Neler anlatmak istediklerimi böylece daha iyi anlamış olursunuz.

LİNGO LİNGO ..?




Mail: sametyapci@gmail.com

adreslerinden ve bu yazının yorumlar kısmından bana ulaşabilirsiniz.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Korkunun Popüler Kültürdeki Yeri ve The Haunting of Hill House

Avengers: Endgame ve Marvel Sinematik Evreni'nin dünü, bugünü ve yarını ...